“Iyy! Kedii!” Dediğinde Bir İnsan, Diyebilse Bir Kedi “Iyy! İnsaan!”

11 Haziran of 2011 by

Başlıktan çıkardınız hemen ne yazacağımı. Şimdi benden hayvan severlerin kullandığı klişeleşmiş cümleler beklersiniz. İşte bunda yanıldınız kuzum. Sevgi pıtırcığı sözler beklemeyin boşuna. O sözlerden ancak sahip olduğu hayvana ‘çocuğu gibi bakan’ ya da sahip olmadığı halde onlara ‘özen gösteren’ hayvan severler anlar çünkü. Bu yazıyı hayvan severlere değil ‘hayvan sevmeyenlere’ ya da bir hayvana ‘öylesine bir yaratık gibi’ bakanlara yazdığım için ve onlara klişeleşmiş sevgi pıtırcığı cümleler işlemeyeceği için gerek yok.

Bunları yazmaya beni iten şöyle bir durum oldu: Mayıs başında soğuktan ölmüş kedi yavruları bulduk. Dört yavrudan ikisi ölmüş, ikisi ölmek üzereydi. Hemen veterinere götürdük yaşayanları. Çok üşüdükleri ve donmaya yakın halde oldukları için iğneler yaptı doktor. Birisinin ölmek üzere olduğunu söyledi. İki misafir geldi evimize. Renklerinden dolayı ‘Badem’ ve ‘Zeytin’ isimlerini verdik onlara. Badem o gece öldü. Zeytin ölen kardeşine sabaha kadar miyavlayarak ve onun yerini koklayarak ağladı. Zeytin’i şırıngayla mama yedirerek besledik. Altına sıcak su torbası koyup, sürekli sıcak tuttuk. Günler böyle geçti. Haftalar sonra kuru mamayla beslenmeye başladı. Her gün biraz daha büyüdü. Türlü türlü oyunlar yapıp, minik gözleriyle sevimli sevimli bakıp, patileriyle mırıl mırıl yüzümüzü sevdi günlerce.

Çocukluğumda hep köpek baktım. Bu yüzden kedilere olan sevgimden daha fazlaydı köpek sevgisi. Ta ki yıllar önce komşumuzun tatlı kedisi Nazlı’yı tanıyana kadar… İnsanlardan korkan bu hayvancık her akşam iş dönüşü apartman bahçesinde mırıldana mırıldana karşılardı bizi. O zamandan itibaren kedi sevgim, köpek sevgimle eşitlenmiş oldu. Zeytin’e bakmaya başladıktan sonra kedi sevgim katlandıkça katlandı.

Ancak bazı özel durumlar nedeniyle Zeytin’e böyle itinalı bakmaya devam edemeyecektik. Sadece yedirmek, içirmek bir hayvana bakmak anlamına gelmez çünkü. Onunla oynamak, sevmek, okşamak, dışarıya çıkarmak, hava aldırmak da gereklidir. Yani onlar bizi nasıl mutlu ediyorsa bizim de onları mutlu etmemiz gereklidir. Canımız istediğinde sevip istemediğinde onları kendi köşelerinde yapayalnız bırakmak, eve hapsetmek adil değil. Bu nedenle onu güvenli başka bir ele vermeye karar verdik. Anadolu Kavağı’nda sürekli gittiğimiz bir restorana götürecektik. Çiçeklerin, ağaçların içinde kocaman, mis kokulu bir bahçesi olan, boğazı Yoros Tepesi’nden fıstık çamlarının gösterişli güzelliğiyle izleyen bu sakin ve salaş yer Zeytin için uygundu. Bahçede özgürce dolaşan, kimseden eziyet görmeyen birkaç kedi de vardı. Arkadaşları olacaktı. Karnı aç kalmayacaktı. Ama yine de dışarıda olacağı için içimiz huzursuzdu.

Arabayla çıktık yola. Kucağımda duran bu tatlı şeyden ayrılmak zordu. Restorana vardık ve bahçede bir masaya kurulduk. Zeytin’i yere bırakıp, gözlemlemeye başladık. Biraz sonra büyük kedilerden biri geldi ve bizim miniğin burnunun dibine girdi. Sürekli bir koklama vaziyetindeler. Tam ayağımın dibindeler. Bir huzursuzluk sezip, kucağıma aldım bizim miniği. Sonra tekrar koydum yere. Huzursuzluk geçti. İkisinin de gözleri ve duruşları yumuşadı. Büyük kedi gitti. Bizim minik önceleri tırsık tırsık dolandı bahçede. Ama hep bize yakın yerlerde. Sonra birden coşuverdi. Otlarla, çiçeklerle bütünleşti. Hoplar zıplar bir hale geldi. Burayı sevmişti. Yan masada oturan sevgili gençlerin yanına gitti. Erkeğin yanındaki sandalyeye çıktı. Kedi sevmeyen abimiz sandalyeyi sallamaya başladı insin diye. Bizimki hop diye kız arkadaşının yanındaki sandalyeye zıpladı. Kız da sevmiyordu kedileri. Eliyle alıp, yere indirmekle indirmemek arasında bocaladı. Nihayet aldı. Ve alır almaz erkek arkadaşından duyduğu cümle şuydu: “Iyy! Kediyi eline aldın. Nolucak şimdi?” Sanki kediyi değil, kedinin kakasını aldı hanım ablamız eline. Hey Allah’ım! Veba mı bulaştı yahu? Gidip lavaboda yıkar elini. “Iyy! Gıcık insan!” diyebilseydi keşke bizim kedi.

Gidip aldım Zeytin’i. Hemen arkadaki masada oturan iki adam sevgiyle baktılar ona. Birisi benden önce davranacaktı sevmek için. Ben alınca vazgeçti. Sonra başka talipleri çıktı Zeytin’in. Yaşlı annesi ve yetişkin oğluyla gelen orta yaşlı bir hanım bayıldı ona. Yıllarca kedi bakmış. Kucağına alıp sürekli sevdi Zeytin’i. Minik yeşil gözleri, siyah pamucuk tüyleri, hınzır tatlı bakışları mest etti herkesi. Uzakta bir masada oturan iki güzel genç kız bayıldılar ona. Birisi sevmek için geldi yanımıza. Onun da kedisi varmış. İsmi Kara Murat’mış. Çok güldük. Alıp götürdü masasına bizim hınzırı. Arkadaşıyla beraber onlar da sevdiler. Fotoğrafını çektiler. Başka bir masada anne ve babasıyla oturan küçük bir kız ‘pisi pisi’ler yaptı ona. Sürekli onu izleyip, can sıkıntısından kurtuldu. Anne ve babası da onun heyecanından mutlu oldu.

Böyle güzel şeylerden sonra Zeytin’i alıp, restoran sahibiyle konuşmaya gittik. Her zamanki gibi güler yüzü ve samimiyetiyle karşıladı genç adam bizi. Kucağımdaki tatlı bıdığı görür görmez bir hamlede aldı elimden ve yapıştırdı kendi yüzüne. Seviyor da seviyor. Ablamla ağzımız kulaklarımızda. Durumu anlattık. Daha anlatır anlatmaz “Eşim kedilere herkesten çok bayılır.” dedi. “Bizim eve götürelim mi?” diye seslendi eşine. Arkamı döner dönmez kendisi gibi son derece sıcak, güler yüzlü bir hanım gördüm. O da kedi severlerdenmiş. “Çok güzel bir kedi. Tabi götürelim.” demez mi! Sevinçten uçtuk havalara. “Ne güzel! Çok teşekkür ederiz!” dedik. Meğer orada doğan bir yavru kediyi götüreceklermiş evlerine. Annesinden ayırmamak için bir müddet daha bahçede tutacaklarmış. Restoran sahibi kucağında Zeytin’le arka bahçeye götürdü bizi. Çiçeklerin arasında huzurla uyuyan, Zeytin’den biraz daha küçük, sarı-beyaz tüylü, dişi bir yavruyu gösterdi. “Zeytin’in sevgilisi de olacak yani!” dedim sevinçle. Yakışıklı oğlumuza, fıstık gibi bir kız da bulmuştuk. Biz istedik bir göz, Allah verdi iki göz…

Kendi evlerinde, sıcak bir ortamda büyütecekler onları. Güzel bir bahçesi de varmış. Özgürce, doğadan kopmadan büyüyecek Zeytin. Bir de dişi arkadaşı olacak. Her şey umduğumuzdan güzel bir şekilde olmuştu. Hemen oğlunu aradı restoran sahibi. O gelene kadar biz masamızda bekledik. Yorgunluktan bitkin düşmüş güzel kedimiz kucağımda uyuyakaldı. 13-14 yaşlarında bir erkek çocuk geldi biraz sonra. Anne ve babası gibi şefkat dolu bir çocuk… Usulca aldı onu benden ve bir anne nezaketiyle kucağında sardı. “Öpüp vedalaşın isterseniz” dedi ve son öpücüklerimizi kondurduk güzel kedimize. Hiç uyanmadı. Bu akıllı ve merhametli çocuk şefkatli tutuşunu bozmadan, usulca yola koyuldu. Biz de büyük bir huzur ve mutlulukla baktık arkasından… Görevimizi umduğumuzdan çok daha güzel bir şekilde yerine getirmenin rahatlığıyla…

“Amaan kedi, köpek işte. Amaan inek işte. Amaan hayvan işte” diye geçiştirenler… Kurbanlık canım ineğin, koçun, koyunun döve silkeleye haşatını çıkaran maneviyat yoksunları… (Kurban etme ahlakını bilmeyen yapmasın. Osmanlı’yı örnek alsın) “Yav insana değer yok; hayvanı mı düşünücem kardeşim!” diyenler… (Hayvana değer verilmeyen yerde insana da değer verilmez diye hatırlatırım onlara) Ha bir de hayvan sahibi olup, onlara ‘insan hassasiyeti’ ile bakmayanlar var… (Biri kedi, köpek, kuş bakıyor diye hayvan sever olmuyor çünkü. Örnekleri piyasada bol. Hayvana nasıl davrandığına bakmak lazım onların) Kedisi, köpeği olup aylarca sokak yüzü göstermeyen, sürekli yalnız bırakıp Çin işkencesi yapar gibi akşama kadar bağırtanlar… Ya da köpeğini kendi gibi azman yetiştirip, canavar gibi milletin üstüne salanlar… Hayvan severi bile hayvandan tiksindiren insan azmanları… (Malum. Hayvan sahibine çekermiş) Bir hayvanı sırf ‘aksesuar’ olsun diye yanında taşıyan süs püs düşkünleri… Ve bunlar gibi diğer örnek insanlar…

Efendim siz Kanuni ile Karınca’nın hikâyesini bilir misiniz? Hani ‘cihan padişahı’, ‘sultanlar sultanı’, ‘dünyayı titreten’ Sultan Süleyman’dan bahsediyorum. Özetle şöyle: Topkapı Sarayı’nın bahçesinde bazı ağaçların yapraklarının buruştuğunu fark eder sultan. Bu ağaçları karıncalar sarmıştır. İlaçlatmayı düşünür. Ancak karıncaların da ‘bir can taşıdığını’ bildiği için hocası Ebussuud Efendi’ye akıl danışmaya karar verir. Odasına gider. Hoca odada yoktur. Ona şöyle bir not yazar: “Meyve ağaçlarını sarınca karınca, günah var mı karıncayı kırınca?” Bir müddet sonra hocasının verdiği yanıt şöyle olur: “Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca.” İnsanların nasıl yaşam hakkı varsa, hayvanların da öyle yaşam hakkı olduğunu nasıl güzel anlatıyor bu hikâye. Ve karınca gibi küçücük bir hayvana bile eziyet etmemenin önemini…

“Bu hikâyeler beni kesmez” diyorsanız eğer; bir de şunları söyleyeyim: Eğer hayvanları sevemiyorsanız, onlara özen göstermek istemiyorsanız, insanları da sevemezsiniz. Bu sizin ‘duygusal zekânızın’ azlığına işarettir. Hayvan sevgisinden yoksunsanız, çok şeyden yoksunsunuz demektir. Tam anlamıyla mutlu değilsiniz demektir. Kendinizi mutlu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz demektir. Onları sevdikçe insanları, doğayı, yaşamı da sevdiğinizi hissedecek ve gerçekten mutlu olacaksınız. Bir deneyin. Pişman olmayacaksınız…

Fotoğraf: İsmail Şahinbaş

Previous:

Çılgın Proje Kanal İstanbul’a İnat: Çılgın Türkler Kanmaz İstanbul

Next:

‘Bedava Dünya Turu’ Yapmak İçin ‘Sadece Dinle’; Nirvana’ya Ulaşmak da ‘Yanında Hediye’

You may also like

Post a new comment