Budapeşte

05 Şubat of 2011 by

02.10’09

Budapeşte’nin İstanbul’dan sonra Avrupa’nın en güzel ikinci kenti olduğuna karar verdim…

Havaalanındayım ama buraya gelene kadar sanırım hayatımdan bir 5 yıl gitti. Uçağımın kalkmasına 15 dakika kala varmışım havaalanına, uçağa binemeyeceğimden eminim, bavullarım bir yandan şoförün yardımıyla arkamdan geliyor, hiç bir umudum yok ama bir şekilde şansım yaver gidiyor, ekipten biri hastalandığı için uçakta bir gecikme oluyor ve ben Türk Hava Yolları personellerinden Pınar Kaygusuz ve yer görevlisi Volkan Bey’in yardımıyla uçağıma, biniş kapısına yöneliyorum. Onların yardımlarını, çabalarını ve şefkat dolu yaklaşımlarını asla unutmayacağım.

Bugüne kadar yediğim en lezzetli uçak yemeklerinin bizim havayollarında olduğunu belirtmeliyim. Menüde köfte ya da kebap olmak üzere iki çeşit yemek vardı ve özellikle köftenin son derece lezzetli olduğunu belirtmeliyim.

1,5 saatlik yolculuktan sonra Budapeşte’ye varıyoruz. Çok heyecanlıyım. Burası hep görmek istediğim yerlerden biriydi. Tuna Nehri’nin kenarında yürüyüş yaparak, attığım her adımda tarihten sayfaları çevirmek yapacağım ilk iş.

Havaalanından gitmek istediğiniz yerin kapısına kadar götüren shuttlelar var. 12 Euro vererek istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Yarım saat sonra Buda Castle’da ki Hilton’un önündeyim. Otelin manzarası muhteşem. Parlamento binası tüm ihtişamıyla önümde. Tuna Nehri o kadar huzurlu ama nasıl sessiz davetler gönderip, göz süzüyor bana. Üzerindeki köprüler ise yeni gelinler gibi süslü ve cazibeli.

Ben de dayanamıyorum tabi. Onca koşuşturmadan dolayı yorgun olmama rağmen kendimi dışarı atıyorum, amacım direk balıkçılara gitmek, oradan Budapeşte’nin en güzel manzarasına bakmak, Atatürk Caddesi’nde yürümek ve Gül Baba türbesini ziyaret etmek.

03.10’09

Sabah erkenden uyandım. Kahvaltıların bizlerden farkı yok. Sadece ek olarak domuz eti yiyorlar faklı olarak. Sanırım çoğu Orta ve Doğu Avrupa’nın yeme alışkanlıkları aynı, fazlasıyla domuz eti tüketiyorlar.

Otelden fırlıyorum ve eski Buda’nın ve kalesinin olduğu eski sokaklarında tozmaya başlıyorum. Yürüdüğüm her sokakta her binayı, her cafeyi sindirecek şekilde vakit geçiriyorum. Her yerin beynimle fotoğrafını çekiyorum ve kendimi çok mutlu hissediyorum. Tarihi o kadar çok seviyorum ki, hele tarihi ayaklarımın altında, gözlerimin önünde ve avucumun içinde hissetmeyi.

Eski Buda Kalesi’nin olduğu yerde günün neredeyse yarısını geçirebileceğiniz ve eğer sanat hayatınızda önemli bir yerdeyse günün yarısını geçirmekten çok keyif alacağınız National Gallery’e gitmenizi tavsiye ederim. Macar ressamları ve heykeltıraşları, içlerinde gizli kalmış fakat uluorta yaşanan, savaşla birlikte sonrasında komünizmin de getirdiği ruh halleri, tarihleri hakkında son derece iyi bir fikir sahibi olabiliyorsunuz.

İnsanlarında da geçmişteki komünist rejimin verdiği etkileri görebiliyorsunuz. Çok fazla gülümsemedikleri gibi kabalığa varabilecek hareketleri var ama bu anlaşılabilecek bir şey. İnsana saygıları çok büyük. Bu konuda o kadar çok deneme yaptım ama hiç şaşmadı, her yaya geçidinde beklemeden, sağa sola çok bakmadan adımımı attığım anda tüm arabalar bağırmadan çağırmadan, küfür etmeden durup bana yol verdiler. Lütfen deneyin eğer giderseniz, yanılmadığımı göreceksiniz.

Çok güzel bir ırk olmamalarına rağmen kesinlikle bakımlılar. Yeni nesil çok uzun boylu. Boyum 1.73 olmasına rağmen kendimi bunların arasında küçücük hissediyorum. Genç nüfus fazla değil, çoğu Avrupa ülkesi gibi, bu konuda kesinlikle bizim yardımımıza ihtiyaçları var.

Geçmişte yaşıyorlar biraz.

Budapeşte’yi kesinlikle Tuna Nehri’nde yapılacak bot turundan bir de gece görmek olmaz mı?

Bu bot turları çeşit, çeşit. Yemeklisi var, müziklisi, danslısı var, ya da sadece içki tercihli olarak ta katılabiliyorsunuz. En ucuzu kişi başı 4500 HUF, yani 16 – 17 Euro.

04.10’09

Pazar sabahı, iyi bir brunch keyfi sonrası, bir gün evvel yaptığım 6 saate yakın yürüyüşten kalan hafif bir yorgunluk olmasına rağmen yine erken bir saatte dışarı çıkıyorum, amacım tekrar sokaklarında kaybolmak.

Bugün Budapeşte Maratonu var, her yer cıvıl cıvıl, rengârenk. Keşke haberim olsaydı da bende katılsaydım diye aklımdan geçiyor.

Buranın en bilinen turistik yerlerinden biri olan Hero Square’de buluyorum kendimi. Orada biraz vakit geçiriyorum, havasını soluyorum, tam orta yerinde yere oturuyorum, insanları izleyerek, meydanın keyfini çıkarıyorum.

Budapeşte’nin en meşhur özelliklerinden biri bitpazarları ve bu pazarlarda satılan teneke, tahta antika oyuncakları. Onlardan bir kaç tane almak üzere metroya biniyoruz. Bitpazarları genelde sabah saat 07.00’den öğleden sonra 14.00’de kadar açık. Kesinlikle bir kaç saat geçirebileceğiniz bir yer olduğu için sabah 10.00’dan itibaren orada olmanızı tavsiye ediyorum. İkinci dünya savaşından ve hatta öncesinden kalma aletler, eşyalar, takılar, madalyonlar, plaklar, kitaplar, kıyafetler bile bulabiliyorsunuz. Her bir tezgâhta, o tezgâhın ürünlerini ezberleyecek kadar zaman geçiriyorum ve çok eğleniyorum çok.

Budapeşte Metrosu, Avrupa’da yapılan ilk metro ve burayı Türkler inşa etmişler. Türklerin burada bıraktığı birçok eserin etkisini hissediyorsunuz zaten. Bana en ilginç gelen ise, Türkler’in burayı işgal yıllarında söz ederken ‘işgal’ kelimesini kullanmak yerine ‘Turkey’s occupation’ ya da ‘Occupied by Turkey’ yani ‘meşgul eden’ anlamına gelen bir kelime kullanıyorlar.

05.10’09

Sanırım ben sabah insanıyım, sabahları çok seviyorum ve bu sabah ta inanılmaz, güneş beni çoktan kaldırmış ve ben Margaret Island’a doğru yola çıkıyorum, yine eski Buda’nın en arka sokaklarından geçerek. Buradaki apartman ve evlerin çok sevdiğim bir özelliği var, o da hepsinin gizli bir dünyaya açılan kocaman avluları olması. Dümdüz bir sokakta yürürken açık duran herhangi bir kapıdan içeri girin ve binaları bir de o açıdan görün, gerçekten çok farklı bir atmosfer.

Her binanın avlusunun anlatacağı bir hikâye olduğuna inanıyorum, tarihten sayfaları çevirmeye devam ediyorum.

Parlamento Binası’nın tam karşı hizasından aşağıya inip Tuna Nehri kıyısında yürümenin keyfini çıkarıyorum. Aklımda ‘Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor.’

Karşımdaki köprünün tam ortasından adaya geçebileceğiniz bir yol var. Eğer spora düşkün bir insansanız sabah koşusu için ideal bir yer. Yemyeşil. İster çift kişilik bisikletlere binin, ister sevgilinizle burada Peşte’ye karşı piknik yapın, ister elinize bir kitap alın, kulağınızda Liszt buranın keyfini çıkarın.

Buraya gelipte opera binasına gitmemek olmaz tabi. Eğer vaktiniz varsa mutlaka operaya gidin, hem de her yerden daha ucuza muhteşem bir opera dinleme şansınız var, hem de geçmişten derin izler taşıyan olağanüstü bir sahne atmosferinde kaybolmak.

Eğer operaya gidemezseniz kesinlikle hemen her hafta çoğu kilisede verilen klasik müzik konserlerine mutlaka gidin. Benim favorim, Saint Stephen Kilisesi.

Previous:

Masal

Next:

Efsanelerin Soluk Aldığı Ada Ülkesi; Sri Lanka

You may also like

Post a new comment